Velûd yazarlarımızdan Sayın Sadettin Kaplan, "Plevne'ye Saplanan Tuğ" başlığıyla "Gazi Osman Paşa" adında bir roman kaleme aldı. Bir millet, Kaplan gibi vefalı, gayretli evlatları olduğu sürece, yaşamaya hak kazanır. Aynı zamanda iyi bir şair olan Kaplan'ın nesrinde şiirinin etkisini görünce, ister istemez insan kendisine "güzel roman yazabilmek için en azından biraz şair olmak gerekiyormuş" demek zorunda kalıyor.
Bir de yazarımızın eski bir asker olduğunu unutmamamız gerekmektedir; aksi takdirde eserini ördüğü taktik bilgilerine sahip olamaz, savaş kavramlarını yerli yerinde kullanıp bize o iklimi teneffüs ettiremezdi.
Değerli öğretim üyelerimizden Sema Uğurcan Hanımefendi, bir yıl kadar önce, "Şuna bakar mısınız?" diyerek üzüntüyle masama bir fotokopi koymuştu. Kâğıtta başımızı önümüze eğdirecek bir ayıbımız bulunuyor, Plevne Marşı'nın Macar bir müsteşrik olan Ignacz Kunoş tarafından, savaştan on yıl sonra Bulgaristan Türkleri arasında araştırma yaptığı sırada Rusçuklu bir çocuğun ağzından tespit edildiği, onun vasıtasıyla bize ulaştığı yazılıyordu. Plevne'deki şanlı savunmamızı, onun büyük kumandanını, kahraman askerlerini "Tuna nehri akmam diyor" mısralarından hatırlıyor, yeni nesillerin hafızasına işliyoruz. Kunoş, hüzünlü sesiyle vatanını arayan çocuğu dinleyip bu marşı tespit etmeseydi, günümüzde milletimize mal olan, gençlerimize ruh veren bu savunma, diğer bilinmesi gereken olaylar gibi, sadece tarihin sayfaları arasında kalacaktı.
Eskilerin '93 Harbi' dedikleri 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Doğu cephesinde Ahmed Muhtar Paşa aslanlar gibi direndi. Mehmed Arif Bey'in 'Başımıza Gelenler' kitabı Ahmed Muhtar Paşa'nın şecaatiyle doludur. Batı cephesinde ise Deli Fuat Paşa'nın Alena zaferi ve Mehmed Ali Paşa'nın kazandığı birkaç meydan muharebesi varsa da bunlardan bir sonuç elde edemedik. Veysel Paşa'nın ve diğer kumandanların birlikleri maalesef pırasa gibi doğrandılar. Fakat Plevne Savaşı yüzümüzü ağarttı. Sonunda yenilsek bile, "işte biz böyle yeniliriz" dedirten yiğitlik örnekleri sergilendi. Bütün ordularımızda aynı silah vardı; askerlerimizin mayası da birdi; fakat baştaki kumandan farklıydı. Teslim olması için Avrupa Rus Orduları Başkomutanı Grandük Nikola'nın mektubuna verdiği şu cevap ne kadar onurludur: "Kumandam altında bulunan imparator ordusu cesaret, sebat ve enerjilerini ispat etmekten hiçbir veçhile geri kalmamışlardır. Bugüne kadar yapılan muharebelerde muzaffer olmuşlardır. Bu sebeple majeste Çar, kendi muhafız kuvvetleriyle humbaracılarını imdat kuvvetleri olarak getirmek lüzumunu duymuştur... Garna Dubnik ve Teliş mağlubiyetleri, buralarda bulunan kıtaların teslim oluşu, muharebe ve muvasala yollarının kesilişi, büyük yolların işgal olunması, ordunun düşmana teslim etmem için kâfi sebepler değildir. Bu suretle askerlerimin şevkinden hiçbir şey eksilmemiştir ve bunlar Osmanlı askeri şerefini muhafaza etmek için yapılması lazım gelen her şeyi de yapmış değillerdir."
Esir düşünce, "Yüz elli bin Rus askeriyle kuşatıldığınızı bilmiyor muydunuz?" diye soran Çar'a verdiği cevapla ne kadar övünsek azdır: "Evet biliyordum; fakat maksadım harp hattınızı yarıp çıkmaktı. Vakıa bizim kuvvetimiz size nispetle az idi; ancak bundan evvel galip geldiğimiz muharebelerde dahi kuvvetimiz o nispette idi. Galebe aza çoğa bakmaz." Çarın, "Niçin silahlarınızı terk etmediniz?" sorusuna cevabı ise tam askerce idi: "Devletim bana düşmanı çok görünce silahını terk et demedi; kavga için gönderdi."
Sadettin Kaplan, birbirinden güzel teşbihler, tasvirler, tespitlerle o savaşı bize yaşatıyor. Hiçbir fedakârlığın, yiğitliğin heba olup gitmeyeceğini de kitabının sondan bir önceki paragrafında ne güzel anlatıyor: "Efsaneleşen Plevne savunmasının üzerinden 124 yıl ve bu efsane komutanın ölümünün üzerinden ise bir asır geçti... Ama Gazi Osman Paşa Marşı nesilden nesile, dilden dile sürüp geldiği gibi, sürüp gideceğe benziyor. O, en mutsuz günlerinde bir milletin umudu ve maneviyatı olmuştu."